HoÅŸ geliÅŸler ola Mustafa Kemal PaÅŸa
Yazar: AyÅŸe BaÅŸak Kaban
Trendeyim... Ata’nın treninde... Senesi mühim değil. 1923’den 1939 başlarına kadar her hangi bir zaman aralığı içerisindeyiz. Fonda Atatürk’ün sevdiği şarkılar çalıyor; "Yanık Ömer", "Sarı Zeybek", "Kışlar Doldu Bugün", "Havada Bulut Yok" ve daha niceleri...
Her vardığımız istasyonda ise aynı ezgiler karşılıyor bizi, coşkulu bir kalabalık hep bir ağızdan sesleniyor trenin penceresinden el sallayan sarışın devrimciye, "Hoş gelişler ola Mustafa Kemal Paşa"...
Kurulan Cumhuriyet’in ışığı altında, güruh olmaktan çıkıp ulus olma yolunda hızla ilerleyen bir halkın inancı ve sevgisi ile karşılanıyor Mustafa Kemal Paşa... Kadınlı, erkekli, genç, yaşlı yüzlerce insan selamlıyor Atalarını... Onun bir kurtarıcı olduğunu, onun büyük bir devrimci olduğunu biliyorlar. Gururlu Paşa... Bana dönüp göz kırpıyor. "Başardık evlat..." diyor. "Sizler başardınız..." diyorum göz pınarlarımda biriken yaşlara engel olmaya çalışarak. Yanında silah arkadaşları duruyor. Orgeneral İsmet İnönü, Mareşal Fevzi Çakmak, Orgeneral İzzetin Çalışlar, Orgeneral Cevat Çobanlı, Korgeneral Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Kazım Özalp, Tümgeneral Refet Bele, Mehmet Nuri Conker... Arkalarında binlerce rütbeli rütbesiz askeri...
Yutkunuyorum. Hepsi gözlerinde zafer ışıkları ile bana bakıyor. Vatan toprağını kurtarmakla kalmayıp, bir topluluğu millet yapabilmiş, tek bir bayrak altında toplayabilmiş, insanca yaşam haklarını vermişler... Gururlu ve mutlular...
Mavi gözleri sevecenlikle bakıyor bana. "Sizin için yazdığım hitabı okudun mu evlat?" diyor. Soluğum tıkanıyor. Boğazım düğümleniyor. Koca bir yumru var, yutamıyorum. Zor duyulan bir sesle, "Evet" diyorum sadece. Aciz ve cılız bir evet bu... Kocaman gülümsüyor. Öylesine içten bir gülüş ki bu gözleri adeta bir çizgi halini alıyor. Arkadaşlarına dönüyor; "Gördünüz mü efendiler... ‘Gözümüz açık gitmez’ demiştim sizlere... Arkamızda aslanlar gibi mirasçılarımız var bizim" diyerek sırtımı sıvazlıyor.
Eziliyorum bu sözler karşısında. Omuzlarım düşüyor. Hıçkıra hıçkıra, tepine tepine ağlamak istiyorum. Ama gider diye korkuyorum. Onu ilk kez bu kadar canlı görüyorum. Orada kalmak istiyorum. 1920’lerde, 1930’larda kalmak... Onurlu, gururlu, başı dik ve alnı açık yaşamak istiyorum.
Uyanıyorum... Parmaklarımı sayarak ağlıyorum. 86 yıl... Az zorlasak yüzyıl yapacağız. Onca zamandır ne yaptık biz diye düşünüyorum? Altın tepside bize sunulanların üzerine kaç tuğla ekleyebildik? Neden bu kadar gevşek kaldık? Biz neden Ortadoğu kafasını içimize bu kadar sindirdik? Kütüphaneden ‘Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni’ alıp yeniden okuyorum. Oysa ezberletmişlerdi bunu bize bir zamanlar. Ama ezber değilmiş bize lazım olan. Keşke birileri kafamıza vura vura anlatsaymış tüm o cümleleri... Belki o zaman ve ancak o zaman...
Şimdi uyumaya korkuyorum. Sarı saçlı, mavi gözlü kahramanla, onun yanında duran arkadaşları ile ve adını sayamadığım devlet adamları ve askerleri ile yeniden göz göze gelmemek için uyuyamıyorum. Yüzüm yok artık gözlerine bakmaya...