Demokrasi bu değil...
Yazar: Zeynel Kozanoğlu
Yakın tarihimizi iyi bilmiyoruz. Hem biz bilmiyoruz, hem de yeni yetişen kuşaklara öğretebilmek için yeterince çaba göstermiyoruz. Böylesi bir hal kimlerin işine yarıyor? Elbette kötü niyetli, demokrasi düşmanlarının işine yarıyor.
Bugünü kurtarabilmek için geçmişten medet uman kimi köy kurnazları da, kentlerimizi dolaşırken konuşmalarını o yöre insanlarının "bam teli" diyebileceğimiz noktalar üzerinde yoğunlaştırarak cambazlık ediyorlar.
Aydın'a gidiyor, Menderes'in dramını dile getiriyor. Diyarbakır'a gidiyor, Kürtçe bir iki laf ediyor. Bu taklalarla toplayacağı "parsa"nın hayrını göreceğini sanıyor. Oysa, Menderes olayını tam bir demokrasi aşıkı gözüyle ve gönlüyle bir irdeleyebilse... 27 Mayıs öncesinin o günlerini yetişkin olarak yaşamış biriyim.
Ankara'da Ulus Meydanı'nda gözümün önünde haksızlığa uğrayan bir yurttaşı mahkemede tanıklık ederek kurtarmış biriyim. Bakınız anlatayım. Meclis'in dağılmasına yakın bir saat... Bağrı yanık bir yurttaşımız Meclis'in önünde az sonra çıkacak uzaktan tanıdığı bir milletvekilini görebilmek için bekliyor.
O günlerde Ankara'da beş kişiden fazla olarak yolda bir arada yürümek yasak. Belli noktalarda durup da beklemek yasak. Polisler adama "Uzaklaş buradan" dediler. Adam uzaklaştı, ama tam uzaklaşmadı. Polisler adama tekrar geldiler, adam derdini anlatmaya çalıştı, "Vay sen misin?", yaka paça götürürlerken.
Adama adımı ve telefon numaramı söyleyip oradan hızla uzaklaştım. Polis vatandaşı beş suçtan mahkemeye vermiş. Görevli memura mukavemet, görevli memura hakaret, TCK'nın şu maddesi, sıkıyönetimin bu maddesi filan..
Mahkemede tanıklık ettim, adamın polise karşı hiç bir kusur işlemediğini söyledim de, zavallım kurtulabildi. Ya benim yaşadığım olay. Ankara'da gazeteciyim. Kara Harp Okulu öğrencileri Menteş'ten dönüyor.
Karşılama töreni var. Harbiye Marşı istasyonda ortalığı inletiyor. Ben milli duygularım doruğa vurmuş halde trenden birer birer atlayan dlikanlıları daha iyi görebilmek için çırpınırken önümde duran beyefendiye dokunmuşum.
"Uzak dursana be adam..." filan diye haykırdığı sırada farkında olmadığımı söylemeye çalıştım. "Vay bir de konuşuyorsun" diyerek elini şöyle bir kaldırdı, beş polis o anda beni havaya kaldırdı ve hemen oracıkta polis karakoluna tıkıldım.
Tören bitti, o lacivert elbiseli öfkeli adam Ankara Emniyet Müdür Yardımcısı'ymış, neredeyse oradan ayrılacak. Karakolun komiserine yalvardım. "Şimdi müdürünüz buradan giderse bir daha zor buluruz. Benim hakkımda ne yapılacağını lütfen sorun..." Komiser insaf etti, sordurdu. "Kimliğini tesbit edin ve bırakın" demiş.
Bu olaylarda elbette Menderes'in dahli yok. Ama, onun estirdiği hava ülkenin başkentini bu hale getirmişti.
Adnan Menderes'in asılmasını elbette kimse istemez. Kimsenin de vicdanı elvermez. Ama, o büyük dramdan ders alacağımız yerde, demokrasi yolunda o büyük olayın artılarını eksilerini örnek alarak adımlarımızı ona göre atacağımız yerde, "işin edebiyatını yapmak" bize oy kazandırır ama, demokrasi yolunda bir tek adım bile kazandırmaz. Ve geldiğimiz noktada yerimizde sayarız.
Nedir o nokta? Gazetelerden rahatsız olmak. Eleştiriden rahatsız olmak... Karikatür dedikleri bir iki çizgiden bile rahatsız olmak. Ama padişah ilan edilmekten rahatsız olmamak. Deniz Baykal ile ilgili pankartı görüyor. Ve üzerinde laf ediyor. Peki padişah ilan edildiğin pankartı görünce niye tepkini göstermiyorsun? Demokrasimiz, Menderes'in Meclis'tekilere, "Siz isterseniz halifeliği bile geri getirebilirsiniz" dediği günlerden geliyor.
Menderes'i biraz yandaş medyası, biraz da bilinçsiz taraftarları astırdı. Oncağızı öylesine pompaladılar ki, ayaklarının yerden kesilmesini sağladılar. 27 Mayıs 1960 ihtilaline giderken ülkede yaşananları iyice tahlil etmek gerekir.