Garp kafası şark kafası...
Yazar: Zeynel Kozanoğlu
Devrim otomobillerini anımsıyorsunuz. 1960 ihtilali sonrasında dönemin devlet başkanı "Herkes yapıyor, biz niye yapamıyoruz?" diyerek yüzde yüzü yerli otomobiller yapılmasını buyurmuştu. Yirminin üzerinde idealist Türk geceyi gündüze kattılar, sadece yüz otuz günde iki adet otomobil yaptlar. Adına da "Devrim" dediler.
Buraya kadar sorun yaşanmadı. Otomobiller Ankara'ya getirildi. Meclis'in önünde, halkın huzurunda başkan Cemal Gürsel Devrim'lerden birine bindi. Yüz metre kadar ancak gidebildi. Otomobilin benzini bitmişti.
Halkın önünde ve dünyanın gözü önünde proje fiyaskoya dönüştü.
Bu olayı o günkü saygın büyüğümüz "Garp kafasıyla araba yaptık, şark kafasıyla benzin koymayı unuttuk" diyerek bir de bu sözüyle tarihe geçerken olayın perde arkasına bakmayı akıl edemedi. Kimse de onu uyarmadı.
Oysa, bize yukarılarda olup bitenler nasıl anlatılıyorsa, biz o olayları öyle algılıyoruz. Her zaman bu böyle olmuştur. TRT de bir dizi yayınlanıyor. 27 Mayıs ihtilalcileri yerin dibine batırılıyor, Demokrat Parti ileri gelenleri göklere çıkarılıyor.
Oysa, ikisi de gerçek değil. Ama bunu kime, nasıl anlatacaksınız?
Sivaslı bir arkadaşım vardı. Onun anlattığı bir "kıssa"yı çok kereler dile getirdim.
Tavşanın yavrusu bir gün anasına sormuş: "Ana, biz mi asiliz, tazı mı daha asil?" demiş. "Yavrucuğum," demiş tavşan.. "Asil olmaya biz asiliz de, bunu tazıya nasıl anlatacağız?" Güç kimdeyse biz ondan yana boru çalarız. Oldum olası bu böyle.
Örneklerini günden güne yaşayıp duruyoruz.
Ben konudan uzaklaştım. Devrim otomobiline gerçekten mi benzin konulması unutulmuştu? Bu araştırılmalıydı. Yirminin üstünde yetenekli uzman kişi, el birliği gönül birliği ediyor ve o zaman için olmayacak bir şeyi başarıyorlar.
Ancak, benzin koymayı unutuyorlar.
Türkiye'nin en akıllı adamı. Adnan Kahveci, İstanbul yolunda, otobanda yanlış yola giriyor. Ve trafik kazasında ölüyor. İnsan aklının sınırlarını zorlayıcı bir durum. Otuz üç yıl önce Danimarka'dan bir arkadaşımın otomobilinde Türkiye'ye geliyorum.
Sofya içinden geçiyoruz. Bir kavşakta baktım "İstanbul" diye levha L biçiminde tam sağı gösteriyor. Arkadaşım arabayı dosdoğru sürmeye kalkışınca uyaracak oldum. "Ben yolu biliyorum" dedi. "Çocuklar bizi şaşırtmak için levhayı çevirmişler."
Gerçekten o sırada sağdan soldan çocuklar "Komsiii! Komsii" diye sesleniyorlardı.
Gariban bir Anadolu insanı Sofya'nın göbeğinde yolunu şaşırmıyor. Türkiye'nin geleceği demek olan Adnan Kahveci yolunu şaşırıyor. Dahası var. Susurluk'ta bir kamyon çarpmak için bula bula Abdullah Çatlı'nın içinde bulunduğu otomobili buluyor.
Ve ne acayiptir ki, bu çarpışmanın hemen ardından bir iki saat içinde, üzerinde kendi kimliği bulunmadığı halde, yakın çevreden tanıyan bilen kimse geçmediği halde kazada ölenlerden birinin Abdullah Çatlı olduğu dünyaya duyuruluyor.
Sadece bu olayın bu yanı bile ortada bir akıl almazlık buklunduğunun göstergesidir.
Ama, biz buna da "kaza" dedik. Daha kaç kişi böylesine yok olup gitti. Hepsine "kazazede" dedik. Uçak düştü, pırlanta gibi altı bilim adamımızı yitirdik, kaza... Aselsan'da önemli projelerde görevli mühendisler birbiri ardı sıra öldü gitti, adına "intihar" dedik. Jandarma Genel Komutanımız kazada öldü.
Devrim otomobilinin o gün niye yüz metreden fazla yürütülemediğinin üstüne gidilebilseydi, belki de bütün bu acayip ölümlerin ve kazaların da üstüne gidilmesi geleneği oluşacaktı. Bizde adını koyamayacağımız bir hal var.
"Vurdumduymazlık"tan öte bir hal bu.
Bakınız buradan, hemen hiç kimsenin üzerinde durmadığı bir konuyu dile getireceğim.
1960 yılı öncesinde TBMM Başkanı Japonya'ya gitti. Kimi ülkelerimizde Büyükelçilik konutları aynı zamanda devletimizin bu ülkelere gelen yüksek yöneticilerini de konuk edebilecek durumdadır. Paris'in böyle olduğunu biliyorum.
Hele kırk elli yıl önce devletin paraca olanakları da kısıtlı olduğundan konuklar büyükelçilerin evinde ağırlanırdı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Başkanı Japonya'da büyükelçimizin evinde konuk iken, o gece büyükelçimiz de, eşi de intihar ettiler.
Evet, yanlış okumuyorsunuz. İntihar yoluyla öldüler.
Bu olayı yaşı ellinin altında olanlar arasında işiten kaç kişi var? Niye üstüne gidilmez? Araştımacı yazar bir takım ne idüğü bilinmez Can'lar cunlar Mustafa Kemal'in içkisiyle sigarasıyla uğraşacaklarına bu olayın üzerine gidebilseler ya...
Üstelik üzerinden elli yıl geçtiği halde.
Evet, uzatmadan bitiriyorum. Yazılarımı okuyan arkadaşlardan biricik dileğim şudur: Sizin önünüze getirilen her "konu"nun değerlendirilmesi sırasında pek çok açısı vardır, o değişik açılardan bakarak değerlendirme yapmaya kendinizi alıştırınız.
Hele hele size "Gerçek işte budur" biçiminde sunulan paketlerin içeriğini didikleyiniz. Ola ki, gerçek her zaman o değildir. Ve mümkün olduğu kadar danışınız. Danışan dağdan aşmış, unutmayınız. Danışmayan da düz yolda "şaşmış".