Pazar günlerini oldum olası sevmem. Ortaokulu da, liseyi de yatılı okulda okuduğumdan sanırım. Çünkü pazar günleri eve veda edip, okul yolunu tutma günüdür.
İşte yine haftanın o sevmediğim gününde kötü bir haberle sarsıldım. Duygu Asena artık aramızda yok.
Duygu Asena, belki size tuhaf gelecek ama, biraz annem, biraz ablam, biraz teyzemdi. Hayata karşı duruşumda o derece rol oynamıştı, eğitmişti beni.
Lisede okuyordum. Hangisi önce girdi hayatıma, tam şu dakikada anımsayamıyorum. Kadınca Dergisi mi Kadının Adı Yok mu?
Acı haberi aldığımda, kütüphanemin en eski kitaplarından Kadının Adı Yok'u elime aldım. Cildi parçalanmış kitapta sayfalar elime tek tek geldi. Aldığım kitaplara tarih atmak gibi bir huyum var, baktım 23 Şubat 1988 Salı günü almışım. Çevirdim sayfaları, hızlı bir okuma yaptım. Sonra arka kapağa baktım, 2750 TL'ye almışım. Sizlerle kitabın arkasındaki tanıtım yazısını paylaşacağım, benim aktaracaklarımdan daha güçlü diye:
"Duygu Asena temiz, telaşsız, kıvrak anlatımıyla bir kadının yaşadıklarını, daha doğrusu cinsiyeti kadın olarak belirlenmiş herkesin üç aşağı, beş yukarı tanık olabileceği ortak bir macerayı, bir kadının ağzından aktarıyor.
Bu kadının adı yok. Çünkü önemli değil. Ama Duygu Asena kadının adını istiyor, satır üstlerine çıkmadan neden kadının adının olmadığını sorguluyor. Çünkü önemli.
![](http://www.kentyasam.com.tr/images/20060731124052.jpg)
Bu kadın, küçücük bir kızın henüz yaşanmamış doğal meraklarından, aşklar, acılar, sahtekarlıklar, hırslarla dolu bir hayatın bazen hafif, bazen ağır kıpırtılarına kadar kendi ayakları üzerinde durabilmek için mücadele ediyor. Bu kadın, pürüzsüz bir tenden kırışıklıklara uzanan zaman içinde kendisi için var olabilmeyi hedefliyor. Beceriyor da. Ne pahasına olursa olsun!
Duygu Asena'nın adı olmayan kadını kendi mecrasını kendi yaratan bir nehir. Denize ulaşıp ulaşmaması önemli değil.
Yaşaması ve binlerce yıllık fosilleşmiş anlayışların üzerinden atlayıp gitmesi de mi önemli değil?"
Evet, böyle yazılmış kitabın arka kapağına.
Neden kızıyordu babam, anlamıyordum o zamanlar, bu kitabı okuyorum diye. Büyüdükçe anladım.
Erkek hükümdarlığının egemen sürdüğü "Binlerce yıllık fosilleÅŸmiÅŸ anlayışların" sorgulanması, bunlara karşı kadınların uyandırılmaya çalışılması, deÄŸiÅŸim ve eÅŸitlik istenmesi gerçekten de kabul görecek bir tutum deÄŸildi. Ne erkekler için, ne de aile ve toplum içinde kendilerine biçilen rolü kaderine razı olmuÅŸ biçimde oynadıkça var olabileceÄŸini zanneden kadınlar için…
O zamandan bu zamana çok şey değişti. Nedenini ister kızların okula gönderilme sayısının artmasına bağlayın, ister ekonomik şartların ağırlığına, ancak kadınlar çalışma hayatı içinde git gide büyüyen sayılarla yer alıyor. Ekonomik olarak eskisi gibi "kocasına" bağımlı olmayan kadın, kendi annesinin kabul ettiği ezilmişliğe karşı yavaş yavaş başkaldırmaya başladı. Nasıl başlamasın ki? Gündüz işte çalışmasına, bütün gününü ev dışında geçirmesine karşın, kendi annesi gibi hala evi çekip çevirme, yemek, bulaşık, temizlik, ütü gibi bütün ev işlerini tek başına üstlenmeye devam ediyor çoğu kadın. Çünkü bu işlerin hepsi hala kadının görevi. Gaddar olmayalım şimdiki kocaların çoğu "yardımcı" oluyor ara sıra. Şansınız varsa, yani kocanız iyiyse, zahmet edip ara sıra size "yardım edecektir".
Ancak farkındaysanız, ki farkında olmamak mümkün değil, son zamanlarda boşanmalarda bir artış var. Büyükler diyor ki "Kimse kimseyi çekmiyor bu devirde. Kimsenin tahammülü kalmadı". Ben bu görüşe katılmıyorum. Kadının kendi ayakları üzerinde durabilme yetisinin gelişmesiyle birlikte ailede yaşanagelen roller pratikte yaşama alanı bulamamaya başladı. Kadınlar , farkında olsa da olmasa da değişen yaşam şartlarına karşın sürdürülmeye çalışılan bu "bakıcı kadın" düzenine karşı bir isyanda.
Yanlış anlamayın, ben yapılan evliliklerin boşanmayla sonuçlanmasına seviniyor değilim. Aksine çok üzülüyorum, özellikle de eğer boşanan çiftin çocukları varsa. Gelenekçi yanım, annenin kendi isteklerinden ve acılarından daha çok çocuğunun yaşaması muhtemel sorunları düşünerek evliliğini sürdürmesi gerektiğini de söyler.
Benim çözümüm, "Ey kadınlar, gündüz işte, akşam evde çalışmaya son, böyle yaşatıyorsa kocanı hemen boşa" değil. Ben sadece erkeklerin ve hatta kadınların bu yeni yaşam biçimini özümseyerek değişip gelişmesini diliyorum.
Aksi takdirde çatırdayıp parçalanmayı geçtim, çekirdek aile kurup yürütmeyi bile becerememiş bireylerin çocuklarından oluşacak toplumdan pek fazla ümidim yok.
Son zamanlarda yine boyalı basınımızın ön plana çıkardığı töre cinayetlerinin düşündürdükleri var bir de. Hani o, "Vay cani, kardeşine/kızına nasıl kıydın" diye, tiksintiyle okuduğumuz haberlerden bahsediyorum. Töre cinayetlerini yerinden kınamakla olmuyor bu işler. Kadını erkekten bir adım geride, eksik gören iş arkadaşımızın, eşimizin, babamızın, patronumuzun, hatta kendimizin yani toplumun ortak suçu bu. Evden kaçtı diye, kız çıkmadı diye, evliyken başkasını sevdi diye töre uğruna katledilen her kız, her kadın, ne yazık ki iki yüzlü ahlak anlayışımızın kurbanı. Nedir o iki yüzlü ahlak anlayışımız? Erkeğe her şey mubah, kadına her şey günah. Bu anlayışa karşı çıkıyoruz deyince de, yani erkek aldatınca kadın da mı aldatmalı, dişe diş kana kan mı istiyorsunuz, diye olayı çarpıtanlar oluyor. Yok, öyle bir şey demiyoruz. Zira o benim/bizim ahlak anlayışımıza sığmaz. Biz ikisi de aldatmasın diyoruz. Ha oldu ki aldattı kadın. O zaman diyoruz, kötü diye damgaladığınız sadece kadın olmasın. Yani eylem, iki taraf için de eşit derecede suçtur ya da değildir. İki taraf için yapılan yargılama eşit olmalıdır. Kantarın topuzu cinsiyet ayrımcılığından dolayı kadına daha fazla kaçmamalı.
Evet başta da söyledim, Duygu Asena, çok şeyin farkına varmamı sağladı. Kimilerine çok radikal gelen, zaman zaman "feminist olmakla suçlandığım" bu düşüncelerimin oluşmasında büyük katkısı olan Duygu Asena'yı saygıyla anıyorum.